16 Şubat 2010 Salı

Albaya Mektup Yok

Bu akşam Gabriel García Márquez'in uzun öyküsünü, Albaya Mektup Yok'u okudum. Bu kitabı illederomanolsun'dan etkilenip geçen günkü D&R siparişime ekleyiverdim, bugün kargo geldi, baktım kitap 66 sayfa hemen okuyayım dedim. Gerçekten hemen okunuveren akıcı bir öyküydü ama ne bileyim hala Mutfak Çıkmazı'nın etkisinde olduğumdan mıdır nedir pek bir ısınamadım öyküye, sarmadı beni biraz uzak düştü hayal dünyama, aynı Benim Hüzünlü Orospularım kitabındaki gibi yabancı geldi sanki olaylar.

Kısaca öyküden bahsedeyim: Yıllarca mektup(aslında devletten gelecek emekli maaşı) bekleyen bir albay, karısı, ölen oğulları Agustin ve ondan kalan bir dövüş horozu var. Yan karakterler de kasabanın diğer sakinleri. Karakterlerin tasvirleri oldukça başarılı çoğu gözümde hemen canlanıverdi mesela ama arka kapakta bahsedildiği şekilde komik ve trajik bir tını yakalayamadım. Albayın karısı, pek çok yerde yapılan yorumlarda bahsedilenin aksine dırdırcı gelmedi bana, sadece gerçekçiydi işte, hayatını devam ettirmeye çalışan, astımla boğuşan yaşlı bir kadın işte. Sanırım o durumda olsam ben de albayın karısı gibi davranırdım:))

Sonuç olarak edebiyat uzmanı değilim, kendi halinde bir okurum ama Marquez'i bayıla bayıla okuma aşamasında değilim hala. Bu fikrimi Yüzyıllık Yalnızlık 'ı okuduğum zaman değiştirmeyi umuyorum.

"Sonuncusu posta teknesiydi. Albay onun yanaşmasını acı bir tedirginlikle izledi. Tepede, teknenin bacasına bağlanmış ve bir muşambayla korunmuş olan posta çantasını gördü. On beş yıllık bekleyiş, sezgisini bilemişti. Horoz, kaygısını bilemişti. Posta şefinin tekneye girip çantayı çözerek omzuna vurduğu andan başlayarak albay onu gözünden ayırmadı."

15 Şubat 2010 Pazartesi

Mutfak Çıkmazı

Tahsin Yücel'in ilk romanı Mutfak Çıkmazı'nı bitirdim az önce ve sıcağı sıcağına yazmak istedim.
Bu kitabı almama vesile olan bir eleştiri veya blog yazısı mıydı hatırlamıyorum bile, epeydir rafta okunmayı bekliyordu. Keşke daha önce okusaymışım.

1960'ın öncesinden sesleniyor kitap, yani 1960'da yayınlanmış olduğuna göre öyledir herhalde, ama zaman hiç belli değil aslında bugün de yaşanıyor olabilir pekala. Kitabın sevdiğim özelliklerinden birisi bu oldu, dili de hiç eski gibi gelmedi ve iki gecede bitiriverdim. Elimdeki baskı Can Yayınları'na ait. 2005 basımı. 154 sayfalık romanı okurken hiç not almayı düşünmedim, aynı İlyas'ın tutkusu gibi bir tutku sardı beni hemen sona gelmek istedim. Vakit varsa gün içinde okunabilecek, akıcı bir dille kaleme alınmış bir ilk roman.

Kitaba başlarken etkilenmemek adına hakkındaki hiçbir yazıyı hatta arka kapak yazısını bile okumadım (eşimden etkilenip ben de okumamaya başladım artık ön-arka yazıları). Böyle olunca ilk sayfaları okurken, bakalım mutfağa nereden bağlanacağız dedim bir an. Okurken, Camus'un Yabancı'sı veya Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ını okuyormuşum gibi hissettim ve hoşuma gitti. Normalde olmayacakmış gibi görünen bir tutkuyu, gayet sıradan bir şekilde olabilirmiş gibi ele almış Tahsin Yücel. Kaptırıp gidiyor insan kendini. En çok şunu düşündüm okumalarım süresince: "En azından yaptığım tek bir şeyi böyle bir tutkuyla yapıyor olsaydım acaba durum ne olurdu?" İlyas gibi çıkmaza mı girerdim yoksa çok mu başarılı olurdum?

Romanın içeriğine çok değinmek istemiyorum, sonu başından belli bir roman bu, merak edilen ise karakterlerin ruh halleri ve olayların ayrıntıları. Kısaca bahsetmek gerekirse, Yargıtay üyesi olması beklenen ve bunun için tüm sülalenin destek çıktığı bir gencin, başına gelen kötü bir olay sonrası yemek yapma tutkusunu keşfedişi, her şeye boş verip bir mutfak çıkmazına girişinin öyküsü bekliyor okuyucuları, bir sürü karakter de süslüyor tabii romanın sayfalarını.

Tahsin Yücel'i keşfettiğime sevindim, fırsat olunca Kumru ile Kumru başta olmak üzere diğer kitaplarını da okumayı istiyorum.

"Yemek en sonunda hazır olduğu zaman, Divitoğlu midesini ekmekle doldurmuştu. Gene de iştahla yedi. Yedikçe sıkıntısı dağıldı yavaş yavaş, yedikçe bir tuhaf oldu. Yemek yer gibi değildi, önemli, neredeyse soylu bir iş yapıyordu sanki. İyice doymuştu ama tabak boşalınca gene doldurdu. Alabildiğine güzeldi yemek, şaşılacak derecede güzeldi, yemeğe diyecek yoktu! Engin, yumuşak, serin, uzak bir haz titreşimiydi. Düş gibi, çocukluk gibi, memleket gibi, ev gibi bir titreşimdi. Önce ağzına yayılıyordu, sonra tüm varlığına."