Çok satılan kitaplar listelerinin ilk sıralarında yer alan bu romanı ben de okudum sonunda. Uzun süredir kitap okuyamıyordum ve başlangıcı, sürükleyiciliği pek çok okur tarafından belirtilmiş olan Piraye ile yapayım dedim. “Piraye” Canan Tan tarafından 2003 yılında kaleme alınmış. 2007 yılında da deyim yerindeyse bir patlama yapmış. Şu an elimde 15. Basım’da piyasa sürülen 3000 kitaptan birisi var. Bakalım Nur Piraye için neler yazacak? Neler yazacak diyorum çünkü ben de şu an bilmiyorum, aklıma gelenleri öylesine yazacağım.Dolayısıyla belirtmek isterim ki, bu anlatım Piraye’yi henüz okumamış olanlar için hoş olmayabilir. Elimden geldiğinde kitabın detaylarından, can alıcı noktalarından bahsetmeyeceğim.
Roman üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm 268 sayfaya yayılmış ve Piraye’nin üniversite yıllarından bir kesit sunuyor. İkinci bölüm 146 sayfa ve Piraye’nin üniversite sonrası yaşamından yani evliliğinden bahsediyor. Son bölüm çok daha kısa, 11 sayfa ama bir finale yaraşır şekilde can alıcı.
Romanı iki gün içinde bitirdim ve oldukça sürükleyici olduğunu belirtebilirim. Bir sürü olayla bezenmiş, biraz şiirsel biraz da betimsel bir hava yaratılmış romanda, dolayısıyla zevkle okunuyor, özellikle de bayanların daha çok zevk alarak okuyacağını düşünüyorum. Bakalım bu hipotezim doğrulanacak mı, ilk deneyimi eşimle yapacağım. Kitabın ithafı yazarın bir süre yaşadığı Diyarbakır’a ve Diyarbakır halkına yapılıyor. Dolayısıyla olayların orada geçeceğini tahmin edebiliyorsunuz. İkinci sayfada Nazım Hikmet’ten bir dize var, “...uzak bir şarkı ve şehir vardı ...şarkı nihaventti” buradan da Nazım’a bir gönderme yapılacağını anlıyoruz. Zaten bunlar sır değil, arka kapakta ve tanıtım yazılarında bolca bahsedilen şeyler. Birinci bölüm oldukça zevkli, İstanbullu Piraye’nin fakülte ve aşk, daha doğrusu arkadaşlık, maceraları ve ailesiyle geçirdiği günlerle başbaşayız. Olayların zaman dilimi hakkında pek fikir yürütemiyorum, cep telefonunun olmadığı bir devir en azından ve bana 80leri anlatıyormuş gibi geliyor, niye derseniz Piraye üniversiteye başlamadan önce annesiyle alışverişe çıkıyor ve oldukça cici sayabileğimiz ayakkabılar ve çanta alıyor, terziye de bir döpiyes diktiriliyor. Şu anda döpiyesle üniversiteye başlayacak bir kızı düşünemiyorum bile :) İlk bölümün ortalarında Piraye’nin hayatını kiminle birleştireceğinin ipuçlarını alıyoruz. İkinci bölüm Piraye’nin Diyarbakır günleriyle geçiyor, biraz Asmalı Konak havası var burada, başı dik Piraye’nin değişimini, biraz da olgunlaşmasını izliyoruz. Diyarbakır’ın tarihi güzellikleri ve yemekleri, birazcık da gelenek görenekleri de büyük bir özenle anlatılıyor. Yazarımız genç kızlar ve kadınlar için gereken mesajları da daha çok bu bölümde veriyor. Tabi okuyan beyler de kendi açılarından pay çıkarabilirlerse hiç fena olmaz:) Son bölümde ise ister istemez gözlerim doluyor, duygusallaşmaktan kendimi alamıyorum.
Sonuç olarak, önceki paragraflarda da değindiğim gibi kitabı sevdim, akıcıydı ama arka kapaktaki yorumlarda bahsedildiği kadar şahane bulmadım. Çok daha güzel kitaplar okudum sonuçta. Diyarbakır’a gelince de bu şehirden okuduğum kadarıyla çok etkilenemedim açıkçası belki de orayı hiç görmediğim içindir. Ama yazarımızın hakkını yemeyeyim, Canan Tan güzel bir roman yazmış, okuyucularını olayların içinde yaşatma başarısına erişmiş.
Roman üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm 268 sayfaya yayılmış ve Piraye’nin üniversite yıllarından bir kesit sunuyor. İkinci bölüm 146 sayfa ve Piraye’nin üniversite sonrası yaşamından yani evliliğinden bahsediyor. Son bölüm çok daha kısa, 11 sayfa ama bir finale yaraşır şekilde can alıcı.
Romanı iki gün içinde bitirdim ve oldukça sürükleyici olduğunu belirtebilirim. Bir sürü olayla bezenmiş, biraz şiirsel biraz da betimsel bir hava yaratılmış romanda, dolayısıyla zevkle okunuyor, özellikle de bayanların daha çok zevk alarak okuyacağını düşünüyorum. Bakalım bu hipotezim doğrulanacak mı, ilk deneyimi eşimle yapacağım. Kitabın ithafı yazarın bir süre yaşadığı Diyarbakır’a ve Diyarbakır halkına yapılıyor. Dolayısıyla olayların orada geçeceğini tahmin edebiliyorsunuz. İkinci sayfada Nazım Hikmet’ten bir dize var, “...uzak bir şarkı ve şehir vardı ...şarkı nihaventti” buradan da Nazım’a bir gönderme yapılacağını anlıyoruz. Zaten bunlar sır değil, arka kapakta ve tanıtım yazılarında bolca bahsedilen şeyler. Birinci bölüm oldukça zevkli, İstanbullu Piraye’nin fakülte ve aşk, daha doğrusu arkadaşlık, maceraları ve ailesiyle geçirdiği günlerle başbaşayız. Olayların zaman dilimi hakkında pek fikir yürütemiyorum, cep telefonunun olmadığı bir devir en azından ve bana 80leri anlatıyormuş gibi geliyor, niye derseniz Piraye üniversiteye başlamadan önce annesiyle alışverişe çıkıyor ve oldukça cici sayabileğimiz ayakkabılar ve çanta alıyor, terziye de bir döpiyes diktiriliyor. Şu anda döpiyesle üniversiteye başlayacak bir kızı düşünemiyorum bile :) İlk bölümün ortalarında Piraye’nin hayatını kiminle birleştireceğinin ipuçlarını alıyoruz. İkinci bölüm Piraye’nin Diyarbakır günleriyle geçiyor, biraz Asmalı Konak havası var burada, başı dik Piraye’nin değişimini, biraz da olgunlaşmasını izliyoruz. Diyarbakır’ın tarihi güzellikleri ve yemekleri, birazcık da gelenek görenekleri de büyük bir özenle anlatılıyor. Yazarımız genç kızlar ve kadınlar için gereken mesajları da daha çok bu bölümde veriyor. Tabi okuyan beyler de kendi açılarından pay çıkarabilirlerse hiç fena olmaz:) Son bölümde ise ister istemez gözlerim doluyor, duygusallaşmaktan kendimi alamıyorum.
Sonuç olarak, önceki paragraflarda da değindiğim gibi kitabı sevdim, akıcıydı ama arka kapaktaki yorumlarda bahsedildiği kadar şahane bulmadım. Çok daha güzel kitaplar okudum sonuçta. Diyarbakır’a gelince de bu şehirden okuduğum kadarıyla çok etkilenemedim açıkçası belki de orayı hiç görmediğim içindir. Ama yazarımızın hakkını yemeyeyim, Canan Tan güzel bir roman yazmış, okuyucularını olayların içinde yaşatma başarısına erişmiş.